afet bireysel
CAM GÖBEĞİ
4 Kasım 1967
Cumartesi
Hani yağmur ardı bir renge dönüşür deniz bazı, camgöbeği. Diyemezsin ne mavi ne de yeşil. Camgöbeği bile değildir belki de aslı. Kıpır kıpır bir kalbi bulursun hoplayan kabarcıklarda. Sonra… Yine bir başka renk bir başka uğraşı. Sabahın ön saatleri kadar berrak akşamın son derinliğini taşır sessiz ve duru. Bilmem hiç çekip çıkardınız mı sudan yosunu. Şıpır şıpır ıslak, ne güzel bir yeşili vardır. Sonra bırakın geri, yumuşakça dalar denize. İşte, o zaman severim ben cam göbeğini..
Düşündüm, düşündüm de bilemedim, bilemedim doğruyu. Belki yosun yeşili, belki de boncuk boncuktu gönlümün mavisi.. Ne ben ne de bir başkası bilemez içimdeki seviyi. Bugün birse yarın üç, öbür gün sonsuzdur sesi. Her an helezonlanır, açılır, kapanır. Ne açık diyebilirsin ne de kapalı. Yalnız tertemizdir. Onda camgöbeğinin enginliği vardır, erişilmezliği vardır.
Genç kız olmak ne tatlıymış. Ne tatlıymış meğer sandığım en büyük kederler. Anlaşılamamazlık derken karşına duran en kuvvetli sevi. O güne dek en değişiği, en derinlerde başka bir kıpırdanış.
İlk, en büyük en tatlı anlam. İçine dönüşün yoktur artık yalnız. Yalnız, karşılıksız düşünceler yok.. İki söyleşi, tek fikir, tek anlamdır. Hür, derbeder uçuşlara son. Kalbin ısınmak için başka çırpınışlar beklemez, istemez.. Çıplak kayalara yosun giydirir kadife kadife, ılıcacık sular bu kez. Yosun yeşili umutlar deniz mavisinde sükun bulur, rahatlar cam göbeğine dönüşünce söyleşiler. Artık esirdir birbirine bir olabilmek için ikisi de..
Camgöbeği renklerin en müşevveşi, kesinliksiz fakat ne kadar tatlı. Tıpkı gençlik yaşantıları gibi. Taptaze ve civcivli. Bu rengi sevemezdim önceleri. Tuhaf gelirdi sevemezdim. Neden bilmem.. Turuncudaki emin sıcaklığı arardım hep. Ama ne tuhaf, en tatlı sıcaklığı en soğuk bildiğim şeyde buldum. Nasıl oldu diyorum kendi kendime. Bana her şeyi makul sebepler göstererek sevdiren “o” nu nasıl tanıdım… Her şey yepyeniydi benim için.. Arkadaşlar, okul, kantin. Sıcak dumanlı kantinde tanıştık hep. Yeni geldi dediler benim için. Yabancı ve çekingendi herkes. Daha ziyade kendi aralarında konuşuyorlardı. Bir gün evvelki partiydi mevzu. Kızlar çıkışıyorlardı çocuklara. Biri çekinmeden karşı koyuyor, diğeri ise susuyordu. Pek fazla konuşmamıştık, yalnız gözlerinde bir şey gördüm. Nedir hala bilemem…
O gün konferans salonunda bir ses duyduk. Birçok gürültü arasından piyano sesi geliyordu sakin. Arkadaşım “girelim” dedi. Kalabalıktı salon. Sonra öğrendik dersleri boşmuş. Gürültülü grup yavaş yavaş dağıldı. Arkadaşımla piyanoya yaklaştık. Çaldığı parça çok tatlıydı. Şimdi bilmediğim, hatırlamadığım bir müzik. Bir müzik ki hassas notalarla süslü. Yürürken yüzüne baktım. Bilmem neden gözlerimi ayıramadım ondan. Belki de tuşların üstündeki parmaklarından daha hassas bir yüz. İnceydi manası, derinliği vardı bir başka gözlerinin. Yüzüm pembeleşti baktıkça ona. Yanına oturuşumuzu hatırlıyorum arkadaşımla. O yine devam etti bize bakmadan. İçimde bir hafifleme vardı. Bir kopuş hissettim sanki derinlerden…
Âfet ERENGEZGİN
“BİR ANNEDEN EĞİTİMCİLERE”
“1983 Yılında Güneş Gazetesinde İsmail Cem’in köşesinde yayınlanan Âfet Erengezgin’in mektubu..”
Eğitim sisteminde değişiklik yapılacağı sayın bakan tarafından açıklandığı sırada bir yazımız yayınlanmıştı. Özetle, bizdeki “sistemin” ezberci, içine kapalı, hoşgörüsüz kuşaklar yetiştirmeye dönük olduğunu belirtmiştik. Özellikle ilk eğitimin bütün dünyada çocuğa “sevgiyi” öğrettiğinden, insanları, tabiatı, okumayı ona sevdirdiğinden söz etmiştik. İlkokul karnesini almış çocukların televizyon ekranında ağladıklarını hatırlatarak, böyle bir “not” düzeninin artık sadece bizim ilkokullarımızda kaldığını belirtmiştik.
Bu yazıdan sonra aldığımız mektuplardan birini, tüm eğitimcilerin ve özellikle “eğitim modelini yenileyeceğini” belirten sayın bakanın dikkatine sunmak istiyoruz.
Mektubu gönderen okurumuz bir anne. Kendisi D.G.S.A seramik bölümü mezunu, eşi mimar. Çocukları dünyaya gelince onların tabiata yakın bir çevrede büyümesini istemişler. Marmara bölgesinin büyük bir kenti yakınlarındaki bir köye, çocuklarının “…doğanın kucağında, fizik ve ruh sağlığı bütünlüğü içinde yetişmeleri” düşüncesiyle, yerleşmişler. Okuyucumuz, “… derdimi anlayacak kişi bulamamın çırpınışı içindeyken, yazınız çıktı karşıma. Aynı hisleri farklı niteliklerle de olsa paylaşılması, küçücük yavrumun kırılan gururunu onarmamda bana güç verdi” diyor. Sözü kendisine bırakıyoruz:
Bir sene ara ile kızım ve oğlum “zorunlu” eğitimlerine köy okulunda başladılar. Dört öğretmeni olan, dört derslikli, güzel olması gereken bir okul. İlk sene okulun temizliğinin “temizlikçi kadro olmadığından” çocuklara yaptırıldığını gördüm. Yoğun bir toz bulutu içersinde, sözde temizlik yapmaya çalışan yavruların elinden süpürgeyi aldım. Annelere bu toz bulutuna körpe ciğerlerin dayanamayacağını anlatmaya çalışırken, öğretmenlerimizden, bu hiçbir sağlık kuralının kabul edilemeyeceği temizlik işinin çocuklara yaptırılmasının, bir “disipline etme” gereği olduğunu öğrendim.
Bir senelik mücadele sonu, bu işi sıra ile annelere ve de çok tehlikeli soba yakma işini (birinci sınıf dahil) öğrencilerden alarak sıra ile babalara yaktırmayı başardım. Şimdi okul daha temiz ve çocuklar daha mutlu. Bu arada her şeyden yoksun olan, kendileri ile ilgili en ufak yaklaşımda gözleri ışıldayan bu yavrulara bir şeyler verebildiğimi hissettim.
Başöğretmeni ikna ederek çocuklara resim dersi vermeye başladım. Sakın yanlış anlamayın, amaç onlara resmin nasıl yapıldığını öğretmek değildi şüphesiz. Onlara bugüne dek verilmeyene vermek. Kendilerine güvenmeyi, kendi kendilerini yönetmeyi, fikirlerini korkmadan söylemeyi, açığa vuramadıkları tüm duygularını, utanmadan söylemeyi, derslikte kahkaha ile gülmeyi, resim yaparken müziğin sesine uyup tempo tutmayı, bir coşkuyu paylaşmayı, üzüntüyü kağıda aktarmayı, kısacası arınmış bir ruh ile hayata bakmayı öğretmek.
Sonuç; “bunlar beyinsizdir, çizgi bile çizemezler, resimlerden ne anlasınlar” denilen otuz yavrudan, otuz minik ressam doğdu. Verilen sevgi ve güvene karşı birbiriden güzel, cıvıl cıvıl, kucak dolusu resim. Ve bana içtenlikle gülen otuz çift göz.
Hayatlarında ilk kez katılacakları bir yarışma için, içlerinden üç resim seçme olanağını yine kendilerine vermeyi yeğledim. Çocuklar kendi resimleri hariç, diğer resimlere oy vererek tüm resimleri değerlendirdiler. Sonuç inanılmayacak derecede adil. Büyüklerden oluşan bir jürinin yapamayacağı kadar hatasız ve mükemmel.
Evet uzun lafın kısası, karne zamanı geldi, çattı. Bu çabalarımdan ötürü, bana karşı bilenmiş dişler, küçük oğlumun karnesine saplandı, kaldı. İlkokul birinci sınıf ve daha ilk dönem. Üstelik altı yaşında, cin gibi bir yavru, ve de veryansın edilmiş bir karne. Karne almak için sevinçle koşan “o”, babasına ve bana göstereceği karnesinin hayali ile günlerdir uykusuz kalan “o” ve (anneciğim bu karne neden böyle ?) diye soran yine “o”.. Biz yavrumuzun yarasını sarabilen bir ana-babayız. Ya bundan da yoksun olan çocuklar ne yapsın?”
Okuyucumuz, bazı okullarda ve eğitmenlerde var olabilen bu anlayışın özellikle kırsal kesimdeki sonuçlarına dikkati çekiyor. “karnelerdeki değerlendirmenin”, aile tarafından olağanüstü önemsendiğini, “okumuş adamlar böyle demiş, doğrudur mutlak” dendiğini belirterek, “bu tür karnelerin yargısına inanan velilerin okutmadığı binlerce talihsiz çocuğun sorumlusu kim” diye soruyor. Ve bir başka soruyla mektubu noktalıyor:
“Dünyada, çocukların yüzünü güldürebilmek için, yepyeni yöntemler peşinde koşan devletler çoğalırken, çocuklarımızı ağlatmaya yönelik bir sevgisizliğe, bunca gayret neden?...”
Afet ERENGEZGİN
ZAMAN BOYUTUNDA SPONTANE BİR YOLCULUK
10.5.2005
Köyün eski ismi Kite. Bir Bizans Krallığı yerleşimi. Üstelik Osmanlıların Bursa’dan önce ilk konaklama yeri. Bursa’ya 18 km ve zengin tarihinden günümüze hiçbir şey kalmamış.. Bir yıkık Osmanlı kalesinin taş duvar kalıntısı, işte o kadar.. Uludağ Üniversitesinin karşısında sulak bir alan ve Bursa’nın son yeşil ova parçası ..
Yapay olandan, doğala kaçış.. Yada büyük şehrin tükenen ve tüketen değerlerinden, tükenmeyen kaynaklara kaçış.. Evet, dört kuşak İstanbullu Afet ve Çelik Erengezgin çiftinin Bursa’nın Ürünlü Köyünde 25 yıldır ne aradıklarının cevabı bu olsa gerek..
Zorlamadan, uzun boylu planlar yapmadan, toprak zemin üstünde, temel derdine düşmeyen bir ev.. Eldeki olanaklar ve doğal kaynaklar üzerinde sörf yaparak, zaman boyutunda spontane bir yolculuk.. Bir ay sonra ziyarete gittiğinizde evde farklı bir duvar ya da pencere görebileceğinizden emin olabilirsiniz. Çünkü bu ev ve içinde bulunduğu dokuz dönüm arazi, sahipleri ile birlikte yaşıyor.. Üstelik, sahipleri denmesinden bile hoşlanmıyorlar. “Emanetçi” olmak belki daha uygun. Tanrının lütfunu ve doğanın armağanlarını bir süre taşımak ve ona hıyanet etmeden zamanı geldiğinde teslim etmek.. “Zarar vermeden yararlanmak ve yararlandırmak”.. Hayata bakışlarının özeti gibi ..
Evet bu ev ve çevresi nefes alıyor, kendini yeni koşullara uyduruyor.. Artık ne siz eve bağımlısınız ne de o size bağımlı..Yani : Yeni istekler = yeni çözümler.. Bir hafta sonu, ahşap duvarda bir delik ve yeni bir oda, sonra böceklerin kabuk değiştirmeleri gibi, tıpkı doğada olduğu gibi, büyüyen arzulara yeni bir kılıf ve yeni bir görünüm..
Evin hanımı Y.Seramikçi, erkeği Y.Mimar.. Kızları Çavlan (29) O artık mimar ve şimdilerde Diyarbakır’da Master Plan çalışması yapıyor. Orta doğu Üniversitesinden hocası ve arkadaşları ile birlikte. Öyle bir yörede görev yapıyor olmaktan son derece mutlu…
Oğulları Başat (28) Artık heykeltraş.. Aile boyu Mimar Sinan’lılar.. Yoksa aykırı oluş okuldan mı geliyor?.. Anne, baba “Akademili” denmekten daha hoşlanıyorlar. Çocukları, Akademinin kabuk değiştirdiği döneme ait.. Anne; Amerika’daki lise öğreniminin ardından, Akademide okul içi iki yarışma kazanıp (Andiçen Ödülleri) 1972 de birincilikle mezun olduktan sonra, yine ard arda iki Ulusal yarışma kazanmış. Yani mesleğe çok hızlı başlamış.. Fakat hayatı bir sanat gibi yaşamak, geriye bir sanat eseri bırakmaktan daima daha öncelikli olmuş ..
Köye yerleşeli beri evinin, bahçesinin, atölyesinin eksiklerini gidermekte ve düşündüğü sanat etkinliklerinin alt yapısını hazırlamakta.. Yaşadığı doğal çevrenin sunduğu olanakları; saygıda kusur etmeden sonuna kadar kullanmaktan ve kullandırmaktan yana.. Yaşam felsefesini, sanat yetkinliğini ve zihinsel deneyimlerini aktardığı birçok öğrencisi olmuş bu güne kadar.. Yıllardır planladığı sanat performansının, seramik etkinliğinden ipuçları veren ilk kişisel sergisi 28 Nisan 99 da İstanbul’da gerçekleşti. Bir buçuk ay süren, hayli yankılı sergi; 27 yıllık birikimin su üstüne çıkan bölümü..
Bir buçuk yıl Uludağ Üniversitesi Mimarlık Bölümünde, Temel Tasarım dersi verdi. Gençlerin zihinlerine hapsettiğimiz “temel yaratıcılığı” su üstüne çıkarmaya çalıştı..
Tüm öğrencilere birbirlerini sevmesini ve birlikte üretmesini öğretip hepsine 100 verince YÖK kıyameti koptu ve bu güzel birliktelik sona erdi..
Şimdilerde, seramik öğrencilerinin vesile olduğu ama sonunda her talep edene açık hale gelen Çarşamba toplantılarında, dostları ile buluşuyor, sevgiyi paylaşıyor.. Yani evrensel enerjiyi.. Gittikçe genişleyen bir sevgi halesi bu.. Bir deneyim, bir şifa, bir arayış buluşması.. Binlerce yıllık öğretileri bir imbikten geçirme gayreti.. O günlerde bahçe dolup taşıyor.. Mutluluğa mutluluk katıyor..
Baba tam bir 68 li.. Akademi Mimarlık bölümünün “ilk” öğrenci temsilcisi. Oy ve söz hakkına sahip çata çat bir temsilci. Hayali cihan değer !.. Şimdi, 18 senedir köye taşıdığı, 2 katlı mevcut bir köy evinde yerini bulan bürosunda bilgisayar destekli tasarım çalışmalarını sürdürüyor. Bir yandan da mesleki dergilere mimarlık eğitimine dair makaleler yazıyor.. Radyolarda ve televizyonlarda; “hayatın içinden mimarca yorumlar” yapıyor. Depremlerden sonra, özellikle ahşabı hatırlatmaya çalışıyor bağıra çağıra.. Ulusal Ahşap Birliğinin kurucularından. Ekolojik Yaşam Derneği’nin üyesi.. Enerji Ekoloji ve Ahşap üç ana başlığı.. Çağrıldıkça gidiyor.. Gittikçe yürekleniyor.. Üniversitelere, meslek odalarına, sivil toplum örgütlerine, bakanlıklara ve her kademeden okullara.. Konferanslarının ve makalelerini sayısı 100’ü çoktan geçti.. Bir yandan da maişet motoruna benzin yetiştirmek için proje yapıyor. Mümkün olduğunca taviz vermeden.. Köydeki çalışma mekanı bir açık Üniversite.. Öğrenciler gelip gidiyorlar. Her şey özgürce tartışılıyor..
Köy ilkokulunu bitirmiş çocuklar.. Ama hiç de eğitim sorunları olmamış.. İnadına Mimar Sinan’a birincilikle girmiş Çavlan.. Ve babası gibi “eğitim böyle mi olmalı ?”yı sorgulayarak birincilikle bitirmiş... 40 yıldır ana fikri değişemeyen sisteme bir başkaldırı olarak ; “böyle bir mimarlık insanlığa çok mu gerekli ?” diyor.. Dedik ya o artık Diyarbakır’da.. Kendi ölçeğinde gerekli gördüklerini hayatın içinden gözlemliyor ve uygulamaya çalışıyor..
Başat, çağa yakışan bir sanatçı olma yolunda ter dökmeye başladı bile. İstanbul’da bir atölye evi var.. Film sektöründe; set işçiliğinden başlayıp prodüksiyon amirliğine kadar hızla tırmandı.. Derken film yönetmeni oldu.. İzlediğiniz yüzlerce reklam filmi ve bir iki uzun metrajda onun da katkısı var.. O da sistemden daha doğrusu sistemsizlikten yakınıyor, yani bütün gençlerle aynı kaderi paylaşıyor..
Bir de Turan (19) var ailenin son ferdi.. O da artık oğulları. Kazakistan’da grafik okuyor şimdilerde. Seneye bitirecek.15 yıldır korumaları altında ve onlarla birlikte yaşıyor. Doğaya ve edebiyâta düşkün. Dünyaya gülerek bakabilen sevecen bir yürek.. Doğa ile hep barışık olacak bu belli fakat nelerle çatışacak henüz belli değil !..
Aile fertleri bitti mi ? Hayır.. Sırada Ceyhun, Mehmet, Aşkın ve Aşkın’ın çocukları yani torunlar var.. Bir ara Elif’de girmişti deprem sırasında bu şemsiyesin altına.. Kim mi bunlar ?.. Bize Anne-Baba diyen, bunu derken gözlerinin içi gülen ve teşekkür borçlu olduğumuz manevi çocuklarımız.. Yıllar önce, Turan’la başladı bu güzel yolculuk, hep birlikte devam ediyor..
Mobilya atölyesi, eskiden ipek büküm atölyesi olan, bahçedeki köy damına taşınmış. Köy damı, gelecekte tüm gençlere zihinsel bir buluşma yeri olacağı günü iple çekiyor. Adı şimdiden belli ; Çiçekten isim; “Kadife” !.
Başkalarına hesaplı kitaplı mekanlar kuran bir mimarın ve sanatçı eşinin, böyle hesapsız ve kuralsız bir kurgu içinde yaşıyor olmasında, ailece verdikleri karar ve hayatlarındaki önceliklerin rolü büyük.. Köyde yaşamak; onlar için “yoruldum, yeter artık !” demek değil ; “bir tercih”.. Gerektiğinde sorumluluk taşıyan sosyal görevleri seve seve üstleniyorlar.. Ve sistemle çatışsa da fikir savaşlarını güçlerince sürdürmeye kararlılar..
Mekân onlar için ömrü olan bir kabuk. Yaşayan, değişime uğrayan ve ölecek olan.. Hiçbir kaplumbağa kendisinden önce ölen hemcinsinin kabuğunu kullanmıyor. Çünkü kabuğu ancak onunla birlikte oluşuyor ve onunla birlikte işlevini tamamlıyor.. Çocuklar mı ? Onlar zaten şimdiden kendi kabuklarını pul pul örmekteler..
Y.Seramikçi Afet ERENGEZGİN
Y.Mim. Çelik ERENGEZGİN
BİR TUHAF ÖZGEÇMİŞ !
12 Haziran 1999
Bu güne kadar kimsenin özgeçmişini merak etmedim !. Nedeni ; kişilere ön yargı ile bakmamak isteği olsa gerek. Ne “yapmakta” yada “söylemekte” oldukları ilgimi çekti sadece. Bu konu açıldığında bana hak veren çoğunluğa rağmen, genel bir yaklaşım olarak ; salt yapıtları öne çıkarmanın, “giriş taksimi olmayan saz semaisine” benzeyeceği ısrarla öne sürüldü.. Bu kulvarda yarışmak istiyorsam, işe özgeçmişimle başlamam gerektiği bana kibarca anlatıldı.. Kimseyi kırmak istemem !.. Doğru bildiklerimden de kolay ödün veremem. Bir orta yol olmalı !..
Yaşantının ; sadece iyi şeylerin soyutlanamayacağı “bir olaylar yumağı” olduğu inancından yola çıkarak, günahı ve sevabı ile “eksiksiz !” fakat farklı bir “Özgeçmiş” kaleme almak geldi aklıma. Okuduklarım beni hep güldürmüştür. Ciddiye alınmamak yerine, bu güldürünün parçası olmak istedim. Hoş göreceğinize inandığım gönül zenginliğinize sığınarak yazıyorum..
8 Eylül 1947 Perşembe saat 14.00 de, henüz öğlen sıcağında, özgeçmişsiz olarak Ankara’da doğdum. Geçmişime dair bilgileri pek merak etmeyen ebem sayesinde dünyaya kabul edildim. Başak burcundayım.
1.62 boyundayım.. Kumral, ela gözlüyüm. Yukarıda açıkladığım nedenlerle “Özgeçmiş” yazmanın gerekliliğine artık katılıyor, yapıtlarımın arkasındaki bilinmeyen gerçeği açıklıyorum :
0-3 yaş dönemi sanatsal etkinliklerime ait dokümanlar çok inandırıcı değil.. 1951 yılından başlayabiliriz : Dört yaşında iken Ankara’da Mithat FENMEN’den klasik piyano dersleri almaya başladım. FENMEN Bale Okulu ile, bale eğitimi de aynı yıl hayatıma girdi. Piyano ve bale ile disiplinli beraberliğimiz 13 yıl sürdü. Bu arada Kurtuluş İlkokulundan 1959 yılında mezun olup T.E.D Ankara kolejine girdim. 1963 sonunda ailece Ankara’dan ayrıldık. 1966 yılında Madison West High School Wisconsin U.S.A dan mezun oldum ve 1967 yılında sınavı ilk sıralarda kazanmama rağmen, diplomamın “tasdikli tercümesini” değil, “aslını” çok merak eden Akademi Yöneticileri sayesinde, Cevat DERELİ atölyesinde bir yıl misafir öğrenci oldum. Orada artan bilgi ve görgüm bazı yeteneklerimi köreltti anlaşılan ki bu defa sonuncu olarak yedek listeden okula alındım. 1968 de Güzel Sanatlar Akademisinin “Seramik Bölümüne” girince “neden ilk, neden son sıra?” gibi soruların saçmalığını idrak ettim ve mesleğimle “mutlu !” beraberliğim başladı. Beni okula girer girmez keşfedip hayatıma ipotek koyan, 69 da nişanlanıp 71 de evlendiğim eşim de Akademi Mimarlık öğrencisi olduğundan “çifte kavrulmuş” bir mutluluğum vardı ..
Sanat dalları arasında sadece malzemenin getirdiği uzmanlık dışında hiçbir ayrım ve öncelik olmaması gerektiğini anlatan ; “Yer-en, Sanat ve Seramik” başlıklı seminerim yüzünden az kalsın “Seramik Düşmanı” İlan ediliyordum.. 1972 de birincilikle mezun oldum. Aynı yıl, ANDİÇEN Ödüllerinin de Seramik birincisi idim. Başka bir çalışma ile Heykel bölümünün yarışmasına da girdim. Şadi ÇALIK’ın “gönül ödülünü” alan yapıtım, seramik öğrencisi olduğum için değerlendirme dışı bırakıldı. “Haddini bildirme ödülü !” aldı. Kızım, benim okuduğum okul olan şimdiki Mimar Sinan’ın “Mimarlık” Bölümünü, oğlum “Heykel” Bölümünü bitirmek üzere.. Otuz yıldır, bölümler arası yabancılaşmanın ısrarla sürdüğünü çocuklarımda görüyorum ve sadece üzülebiliyorum.. Ailemizin mektebine henüz giremeyen bir “hazır oğlum” daha var. Lise ikide ve 9 yıldır korumamız altında. Ailedeki virüs bulaşıcı değilse, belki bize “akıl” verecek başka bir meslek seçer !..
Ehliyetim var. Ama köy yolunda sürülerin, şehir kalabalığında insanların hayatını tehlikeye atmamak için araba kullanmıyorum. Mezun olduktan hemen sonra 1973 yılında, Taksim’deki The Marmara (O zamanki İntercontinental Oteli) için açılan iki yarışmanın ikisini de kazandım. Sonradan öğrendiğimize göre sevgili jüri üyesi hocam isimler açılınca şöyle demiş ; “Yahu bu daha dünkü çocuk, ikisini birden beceremez !. Bunlardan birisini, ikinci gelen ‘deneyimli’ yarışmacıya verelim ..” Öyle de oldu.. Daha sonra bu tavrından pişman olduğunu bizzat kendisi anlattı saygıdeğer hocam.. Topluma, “güven duyma özürlü bir genç daha” hediye ettiğinin farkında değildi.. O gün öğrendim ki ; ehliyet denilen şey bazen trafik polisine bile bir şey ifade etmiyor. Önemli olan birilerine “yakinimdir” dedirtebilmek !..
Kendi kanatlarımla uçmamı hiç de yüreklendirmeyen bu gibi yaklaşımlar beni, biraz “masa başı işi” sayılabilecek tercih noktasına getirdi. Yine aynı yıl, “İstanbul Porselen Firmasında , Sanat Atölyesi Yönetmeni” olmak niyeti ile işe alındım.. Kısa sürede firmanın yapısı ve yönetiminin ; kendi sonunu hazırlamakta olduğunu fark ettim. “Bu gidişle İstanbul Porselen yakında batar !” kehanetini savurdum. Baktım ki aldıran yok, tekrar kendi kanatlarımı kuşandım.. Kahve fallarımın tuttuğunu söylerler. Galiba o yüzden, firma da battı ..
1973 de “50.Yıl Karma Sergisinde”, Andiçen Ödülünü alan yapıtım yeniden sergilendi ve birçok yeri dolaştı.
Sonra çocuklarımı büyüttüm. Onlar ; her yıl açtığım sergilerimdi.. 1989 da “Bursalı Seramik Sanatçıları karma sergisine” öğrencilerimle birlikte katıldım. Bu arada; “İstanbul, Ankara, Bursa ve Elazığ’da bazı işyeri ve evlerde” pano çalışmalarım yer aldı.
18 yıldır, Bursa’ya 18 km uzaklıktaki Ürünlü köyünde yaşıyorum. Bu köyün ,Kadıköy ya da Bakırköy ile hiçbir benzerliği yok !.. Tarihi zenginliği yıllar boyu tüketilmiş şirin bir ova köyü.. Eşimin bürosu, benim atölyem ve evimiz orada.. Köyde zaman zaman seramik kursları düzenledim. Çocuklarımın okullarında amatör resim ve müzik öğretmeni olarak ilginç deneyimler yaşadım. Uludağ Üniversitesi Mimarlık Bölümü Öğrencileri ile kısa da olsa bir “sanat kültürü” alışverişimiz oldu. On yıldır doğu felsefesi üzerinde süren araştırmalarım ve deneyimlerimi mesleğimle bütünleştirmeye çalışıyorum. Toprağın ; yoğruldukça güzelleşen “temel madde” olduğunu, sırın ; boya değil, bir cins cam olduğunu, seramiğin demlik ya da çanak olmanın dışında resmi ve heykeli bünyesinde barındıran örgün bir sanat olduğunu birçok kişiye anlatmaya çalıştım. Hayatı sanat gibi yaşamak, bizzat sanat eseri üretmekten hep daha ağır bastığı için, yeteri sayıda üretim yaptığım söylenemez .. Ama artık, eylemi su üstüne çıkarmaya karar verdim ve “Nişantaşı Estet Sanat Galerisinde” sürmekte olan sergimi hazırladım. 40 pano ve 11 heykelin iki üç tanesi dışında hepsi “99 rekoltesi” ..
Huzurlarınızdayım !.. İşte yapıtlarım. Yani gerçek özgeçmişim.. Hala inanıyorum ki beni yukarıdaki yarı mizahi satırlar değil yalnızca yapıtlarım anlatabilir.. Ve onlar için söylenenler !.. Yenilerini düşünmeye başladım bile. Bir buçuk aydır İstanbul’dayım. Atölyeme kavuşacağım günü iple çekiyorum. Özgeçmişimi takdim ediyorum. “Özgeleceğimi” oluşturacak sergilerde yeniden buluşmak üzere ben köyüme dönüyorum !.
Y.Seramikçi (GSA)
Âfet ERENGEZGİN
Ürünlü Köyü-BURSA